Dostoyevski'nin beş yıl süren Sibirya sürgününün dönüşü yazdığı, "olgunluk" döneminin ilk büyük romanı olan Suç ve Ceza'da şöyle bir cümle geçer: "Önce biraz ağladılar ama alıştılar. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!"
Hepimize "aşağılık" deme cüretini gösteren Dostoyevski, "neler hissetti de söyledi bunu acaba?" diye düşünmek bile yersiz bir soru aslında. Çünkü etten, kemikten olmasının yanında aslında içinde bin bir canavar barındıran insanoğlu, gerçekten aşağılık sıfatını hak edecek bir sürü vasfa sahip.
Ama isterseniz, biz aşağılık olmamızın haricinde, ilk cümleye odaklanalım. "Biraz ağladılar ama alıştılar."
Nelere alışmadık ki bizler. Ve neleri unutmadık ki...
Borges, "Unutmak en iyi intikamdır" der...
Orhan Kemal ise, "Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır. Ve işin kötüsü, iyi anıları nadiren, kötü anıları sıklıkla hatırlatır."
İnsanoğlu unutmak konusunda seçici davranabiliyor bazen. Ama en önemlisi de hatırlaması gerekenleri, kendisine yöneltilen o "aşağılık" sıfatını geri çevirecek olan olayları bir türlü hatırlamak istemiyor. Beynin, duygularının en derin köşesine saklıyor onları. Bunu yaparken de alışkanlıklarını kullanıyor. Biraz ağlaşıyor, sonra alışıyor.
Öyle ya...
Bizler neleri unutmadık ki?
Çok uzağa gitmemize gerek yok. Daha bir ay önce, İzmir depremini unuttuk. Enkaz altından çıkarılan, "köfte ekmek istiyorum" dediğinde, hastane kapısına köfteler, ayranlar yolladığımız Elif'i aniden unuttuk mesela...
Öyle ya hepimizin profil fotoğrafıydı bir ara... Umudun simgesiydi. Ne oldu? Annesi öldü, babasıyla bir başına kaldı. Ağladık ama alıştık... Ama o unutamayacağı bir hafızayı miras aldı kendine.
Kanser hastası Dilek vardı mesela, Bakan'ın birinden ilacı için yardım istemişti kameraların önünde, sonra dilenci gibi eline bir kaç kuruş sıkıştırılmıştı. Gözyaşları ile ayrılmıştı oradan. "Anlamıyorsunuz" demişti. Ve ölüp gitmişti sessiz sedasız... Ona da bir ara ağladık, sonra unutuverdik...
Soma'da 301 madenci, diri diri toprağa gömüldü. 301 eş, 301 çocuk, 301 anne, 301 baba; evlatsız, eşsiz, babasız kaldı. Bir süre ağladık, ağıtlar yaktık. Ama yine "aşağılık yanımız" ağır bastı ve onları da unuttuk. Hatta unutmakla kalmayıp, haklarını arayan madencileri İzmir depreminde arama kurtarma çalışmalarında yerlere göklere sığdıramadık ama ertesi gün yürüyüş yaptıklarında copladık, gözaltına aldık...
Aladağ'da tarikatların kucağına attığımız çocuklarımız diri diri yandı. Bir gün ağladık, iki gün ağladık, bir iki sosyal medya paylaşımı yaptık. Ama onları da unuttuk... Nedenini bile sorgulamadık.
10 Ekim'de, Gar Katliamı'nda onlarca insanı kaybettik. Hala fotoğraflarına bakamam ben mesela... Barış isteyen insanların katledilmesine seyirci kaldık. Bu kez, ağlamadık bile. Oh olsun diyenlerimiz bile oldu içimizde... Birileri unutmuyor ama ağırlıklı olarak unuttuk, kaldık...
Bir kız çocuğu vardı, Diyarbakırlı. Sevgilisi vurmuştu. Sakat kaldı sonra. Bir dönem herkes oradaydı. Sanatçılar, gazeteciler, televizyonlar. Poz verme yarışına girdiler. Sonra ne oldu? Ağladık, üzüldük. Sonra onu yalnız bıraktık.
Özgecan'ı unuttuk...
Pınar'ı unuttuk...
Ceren'i unuttuk...
Maraş'ı unuttuk...
Çorum'u unuttuk...
Malatya'yı unuttuk...
Ağaç katliamlarını unuttuk...
Hayvanlara işkence edenleri unuttuk...
Unutmakla kalmayıp, ne ders çıkarmak için çaba sarf ettik ne de yaraları sarmak için parmağımızı oynattık...
Toplumsal hafızamız o kadar dolu ki... Belki de artık hatırlayacak yerimiz de kalmadı.
Sayabileceğimiz, bir dönem ağladığımız, gözyaşlarımızı tutamadığımız o kadar çok olay var ki. Yazmaya kalksak, burada sayfalar yetmez belki de...
Ama unutmayı iyi beceriyoruz.
Biraz da, çevremize oynuyoruz.
"Duyarlıyız" imajı çizip, aslında klavye başından da kalkmıyoruz.
İhtiyacımız olan, pratikte bir şeylerin düzelmesi için çaba sarf etmek. Unutmamak. Unutmaya alışmamak.
Bir dönem ortalığı ayağa kaldıran, duyunca, "Yıkılsın bu dünya" dediğimiz olaylara artık tepki bile veremez duruma geldik.
O kadar alıştık ki artık ölümlere, katliamlara, şiddete, eziyete, acıya, göz yaşına...
Acı eşiğimiz yükseldi...
Bu, tehlikeli bir durum insan için. Vicdanını, duygularını, hissettiklerini artık katı bir noktaya getiren hatta ve hatta artık o acıdan zevk almaya doğru giden hastalıklı bir durum... Halimizin nedeni, yaşadıklarımız mı yoksa insanoğlunun içindeki o bitmek bilmez aşağılık hissi mi belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Bildiğimiz tek şey, biraz ağladığımız, sonra alıştığımız ve aşağılık olduğumuz...
Sağlıcakla kalın...
Toplumsal hafızamız o kadar dolu ki... Belki de artık hatırlayacak yerimiz de kalmadı.