Ölüm tek gerçeğimiz. Koca bir bilinmeyen. Hiçlik. Kimine göre ölüm gerçek yaşamın kapısını aralamakken, kimine göre ise hiçliğin ilk adımı. Toprak olup, bir çiçeğin gövdesinde yeniden yeşermek. Yaşama karışmak. Peki, bunca belirsizliğin içerisinde, çıkardığımız gürültü, patırtı niye? Bunu aslında ben değil, Aşkın Metafiziği kitabında soruyor Arthur Schopehauer...
Aslında yaşamın temeli basit... Yazarın dediği gibi, "Alt tarafı bir çiçek koklayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan. Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz..."
Dünya üzerinde o kadar çok acı, o kadar çok kötülük, o kadar çok bencillik var ki bazen insanın dayanma gücünü zorluyor. Kimimiz bir sevgiye tutunup bunun üstesinden gelmeye çalışıyoruz, kimimiz antidepresanlara sığınıyoruz, kimimiz bir kediye, bir köpeğe, ağaca, kuşa, gökyüzüne el uzatıyoruz, kimimiz ise açıp ellerimizi semaya; dua ediyoruz.
Peki, bunca gürültü patırtı ne için? İdealler, ideolojiler, dinler bize neyi emrediyor? Hayatın sürekliliği içerisinde, ilkel benliğimizi bu kadar okşayan ne? Neden bir başkasının düşüncesini, hayata bakışını, giyimini, inancını bu denli sorguluyoruz? Egomuzu tatmin etme ihtiyacı doğanın bize verdiği kötü bir hediye mi yoksa? Ya da bizler doğumdan itibaren bu kirli benliği bulmak için özel bir çaba mı gösteriyoruz.
Doğanın bize sunduğu güzellikleri, kardeşçe paylaşmamız için bize açtığı yüreğini, hırsla, büyük bir hevesle bencilliğimize kurban ediyoruz. Din için, ırk için, daha fazla zenginlik için, sömürmek için sürekli bir çaba içerisindeyiz. Ve bunu yaparken de bizlerin özgürlüğü, refahı, daha iyi yaşam koşullarının kaynağı olması gereken bilimi; manevi huzurun bir parçası olan dini kullanıyoruz.
Oysa Bokowski'nin bir şiirinde dediği gibi;
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar.
Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…
Ata erkil bir düzenin içerisinde, insanın kendi içindeki erkeği öldürmesinin gerekliliği tartışılır ya... Kadının özgürleşmesinde, erkeğin ise gerçek anlamda özgür kalmasında o içimizdeki erkeğin muhakkak katledilmesi gerçeği... Aynı şeyi, bizleri birbirimizden ayıran, bizlere farklılıkları görmezden gelmemizi sağlayan, çokça "gürültü ve patırtı" çıkarmamız için içten içe konuşan kibrimiz için de aynı şeyi düşünmeliyiz.
Şeytanın Avukatı filminin çok güzel bir repliği vardır. Filmde Al Pacino şöyle der; "Kibir, en sevdiğim günahtır."
Bizim kibrimiz neye peki? Kime karşı? Komşumuza, iş arkadaşımıza, bizden farklı düşünenlere... Ne bileyim, pembe bir tişört giyen erkeğe, takım elbise giyen kadına, sınırların olmamasını isteyen bir ütopyacıya, insanlar savaşlarda ölmesin diyen bir barış yanlısına, gözaltında çocuklarını kaybetmiş annelere, babalara, daha fazla özgürlük alanı isteyen Z kuşağına, aldatanlara, aldananlara, kaybedenlere, şişenin dibinde yaşayan alkoliklere, bedenini satan seks işçilerine, sevmeyi beceremeyenlere, hep kaybedenlere, kazanmak için çabalayan ama hiçbir zaman şansı yaver gitmeyenlere, ayakkabısı çamurlulara, gözleri çekiklere, teni karalara, konuşmak istediği dili başka olanlara, makamından düşüklere, mevkisi alçaklara, sokağı temizleyenlere, çöpü karıştıranlara, direksiyonun başında olanlara, hayata geriden başlayanlara, koltuk değneği olanlara, gözleri görmeyenlere, torbacılara, esrarı ciğerinin her zerresine çekenlere...
Bir söz vardır ya, “Benim hayatımı yargılamadan önce, benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi..."
İşte bencilliğimizin kaynağı da sanırım burada. Hayatta sürekli kaybedenlerin sığındığı bir liman olmadığı için dünyada, işte bu gürültü patırtı içerisinde çığlıkları duyulmayanlar da onlar. İşte kimisi bir kadına, kimisi bir inanca, kimisi bir ideolojiye, kimisi kediye, köpeğe, kimisi saksıdaki çiçeğe, kimisi avuç avuç depresanlara sığınıyor hayatı boyunca. Ve o gürültünün, çıkarılan patırtının arasından geçip gidiyor. Ölümün hiçliği ya da yeni bir hayatın başlangıcına.
Gürültü yapmadan, sessizce. Elde ne kalıyor? Bizi hatırlatan bir kaç hatıra. O da, bizi hatırlayanlar da geçtikçe bu sirk aleminden, silinip gidiyor.
İşte o zaman da insan soruyor kendine, kozmosta bir kelebeğin ömrü sayılabilecek bu hayatta, çıkardığımız ona gürültü, patırtı ne için?
Sağlıcakla kalın...