İçinde yaşadığımız bu toplumda hiçbirimiz emniyette değiliz.
Dünyada yaşanan krizler Ulrick Beck’in risk toplumu kavramını çağrıştırıyor.
Risk toplumu, temelde güven probleminden kaynaklanır. Modernleşmeyle gelen bireycilik ve vahşi kapitalizmin sessiz çığlığı olan ‘bencillik’ süreçlerinin son şeklini verdiği bir toplum modeli sunar. Bireylerin gerek eğitim hayatı, gerek iş hayatı, gerekse kişisel ya da ailevi güvenliği her daim risk altındadır. Bu riskler doğa kaynaklı dışsal riskler olmaktan öte insanın müdahil olmasıyla birlikte insan kaynaklı olan türetilmiş risklerdir. Kaybetme korkusunun soğuk nefesini ensemizde hissettiğimiz bir şekilde yaşamamıza sebep olmaktadır.
“Risk toplumu, felaket toplumudur. Bu toplumda olağanüstü halin, normal duruma dönüşme tehlikesi mevcuttur.” Ulrich Beck
Günümüzdeki riskler-tehlikeler, tüm canlılar üzerindeki tehdidin küreselliği ve tehdidin modernleşme merakından olması sebebiyle tarih boyunca risk olarak görülen olgulardan ayrılıyor. Ne olmuş da insanlık iyide, güzelde ve doğruda buluşmak yerine olumsuz üzerinden bir dayanışma sergilemek zorunda kalmıştır. Bunlar modernleşmenin ve insanlığın eşref-i mahlûkat olduğunu unutmasından kaynaklı riskleridir.
Aslında sadece bizim toplumumuz değil bütün dünya risk altında.
Bu risklerden biriyle dünyamız bir seneden fazladır tanışmış durumda. Ne olmuş da insanlık yüzünü iyiye, güzele ve doğruya çevirmek yerine olumsuzluk ve kötülük üzerinden bir dayanışma sergilemek zorunda kalmıştır. Fakat bu yazımın konusu bu risklerle nasıl tanıştığımız değil. Dünya risk altındayken kendimizle nasıl tanıştığımızdır.
‘’İnsan, üç beş damla kan ve bin endişe.’’ diyor Sadi.
Hemen peşine risk toplumunun bize kattıklarına baktığımızda; belirsizlik, korku, güven arayışı ve endişe gibi ruhu hasta edecek duyguları görüyoruz.
Toplumda oluşan risklerin her gün artarak ilerlemesi insanda var olan endişe duygusunu had safhaya çıkarıyor. Bunun en iyi örneğini salgın sürecinde artan şiddet, boşanmalar, istismarlar ve intiharlar. Yaşadığımız endişeyi yönetemediğimiz takdirde ne sonuçlar doğuruyor yaşayarak görüyoruz. Yaşadıklarımız karşısındaki çaresizlik bizi katranlı bir ruhla yaşamaya sürüklüyor.
Kültürel ve toplumsal kodlarımız bizi endişeli, kaygılı bireyler olarak yetiştirmeye elverişli elbette. Ama bunun ötesinde değişip, dönüşmek ve kontrol etmekte bizim elimizde. Ruhumuzda yaşadığımız kaosu kontrol etmeyi öğrenmeliyiz. Sonuçta her geçen gün daha kolay bir hayatı arzularken bunların bize ne gibi riskler getireceğini de düşünmeliydik.
Yaşadığını sanan ama sadece nefes alan insanlar bilmelidir ki gerçekten yaşamak için, gönülden dünya pasını silmek gerekir.
Günümüz dünyasında riskler ve tehlikeler statü, meslek grubu, yaş, cinsiyet kısacası koşul gözetmeksizin hepimizi etkiliyor. Bu riskler karşısında ruhani dengeyi korumanın formülüne gelecek olursak eğer şunu unutmamak gerekiyor; hiçbir mum ateş olmadan ışık vermez. İnsanların risk toplumunda yaşadıkları da tıpkı mumu aydınlatan ateş gibidir. İnsanda acıdan geçmeden, ders çıkarmadan aydınlanıp ışık veremez.