Dün yazdığım yazı bugün için yazılmamıştı, çok daha eski günlere dayanıyordu ama ya gerçekten güzeldi ya da bana öyle geliyordu. Paylaşmak istedim. Zaman zaman yapacağım bunu eğer kabul buyurur ve izin verirseniz. Yoksa güncelin deryasında kürek çekmeye devam edeceğim.
Bu yazım da geçmiş zamana ve o günün olaylarına dayalı:
“Bir temmuz akşamı telefon etti bir arkadaşım “darbe mi oluyor?” diye sordu. Nereden bileceğim. Açtım televizyonu, bir dakika ya baktım ya bakmadım, döndüm arkadaşıma “cemaatin işi” dedim. “Nerden bildin?” diye sordu. “Nereden bileceğim, baksana köprü görüntüsüne, asker var başıboş ama subay yok; ne ülkücü kurmay ne de devrimci kurmay askerini bırakıp gitmez” dedim ve kapattım televizyonu.
Asker değiliz, darbe yapmışlığımız yoktur ama hayatımız darbelerle yatıp darbelerle kalkmakla geçmiştir.
Ortaokul ikinci sınıftaydım Alparslan Türkeş’in o gür sesiyle 27 Mayıs’ın ihtilal bildirisini radyodan okuduğunda. 13 Kasım’da bir iç darbeyle tutuklanıp 13 arkadaşıyla sürgüne gönderildiğinde de artık üçüncü sınıf öğrencisiydim. Babam rahmetli ne çok beklemişti Türkeş Bey’in Erzurum’dan yola çıkıp Ankara’ya gelmesini ve hükümete el koymasını…
Kim nereden duymuş ya da nasıl uydurmuş bilmem ama aşağı yukarı bir yıl Demokratlar o hayalle yaşadılar. Güya Türkeş Bey kendisini sürgüne götüren uçağı Erzurum’a indirmiş, 3. Ordu’yla birlikte Ankara’ya yürüyecekmiş.
21 Ekim Muhtırasında artık liseli olmuştum. 10 general ve 28 albay idareye el koyacağını ve devletin idaresini “ehliyetli ve hakiki evlatlarına” vereceklerini ayrıca tüm siyasi partileri kapatacaklarını bildiriyorlardı.
Talat Aydemir “Harbiyeli aldanmaz” parolasıyla 22 Şubat 1962’de sokağa çıktığında ben de lise ikinci sınıftaydım. Aydemir bir yıl sonra bu sefer de 21 Mayıs 1963’de bir defa daha deneyecek, yine başaramayacak, yine teslim olacak ama aynı zamanda idam sehpasına da çıkacaktı.
Benim ihtilallerle tanışmam ortaokulda başlar ama ihtilal hayalleriyle yatıp ihtilal rüyaları görmem ve ihtilal umutlarıyla uyanmam üniversiteye başlamamdan hemen sonradır.
1964-65 öğrenim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Üç ay harika bir öğrenciliğim vardı, derse devam ediyorum, çıktıktan sonra kütüphaneye gidiyor, notlarımı gözden geçiriyor ve yarınki konulara göz atıyorum.
Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti seçimlerine kadar sürdü bu öğrencilik sevdam. Her teneffüste birileri gelip konuşuyor sınıfta, biz de dinliyoruz. Rasim Cinisli, Hasan Korkmazcan, Bozkurt Nuhoğlu, Atilla Kılıçoğlu ve daha başkaları. Yine böyle bir konuşma anı, dinliyorum, önce bir kişi baktı yakamdaki rozete, daha sonra bir başkası geldi, o da baktı. Yakamda Türkçüler Derneği’nin mavi mine zemin üzerine yaptırdığı altın yaldızlı Bozkurt rozeti var. “Hayırdır” dedim. İlk gelen Özer Mancınıkçılar imiş, sonra gelen de Yıldırım Tosunlar. Meğer onlar da benim gibi düşünürlermiş. O akşam da Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) Cağaloğlu’ndaki binasında toplantıları varmış. Davet ettiler, gittim, gidiş o gidiş.
Yıldırım Tosunlar, okulu bitirdikten sonra savcı oldu, genç yaşında vefat etti. Özer Mancınıkçılar avukatlığı seçti, memleketi olan Bursa’da çalıştı.
Rozetten başladık rozetten devem edelim, darbe işine daha sonra geliriz. Yine yakamda Bozkurt rozetim üniversite bahçesinde yürüyorum. Karşıdan üç askeri tıbbiyeli geliyor. Of, o ne yürüyüş öyle. Hele ortadakinin yürüyüşü, hele tam Alman mibzer şapkası ve bellerindeki meçleri. Hepsine yakışıyor ama ortadakine daha ince, daha uzun olduğundan mıdır nedir, daha bir yakışıyor. Geçerken birden durdular, rozetim onların da dikkatini çekmişti. Daha sonra çok sık göreceğim üç askeri tıbbiyeli öğrenci Metin Denli, Gürsel Ortuğ ve Hüseyin Başaran…
Metin Denli TSK’da kaldı ve paşalığa kadar yükseldi. Gürsel Ortuğ akademisyenliği seçti, tıp konusunda profesörlüğe yükseldi, emekli oldu. Hüseyin Başaran askerlikten ayrıldı, sivil hayata geçti.”