Hem de çok büyük bir hızla.
Duyma yetisi kalmış burunların direğini kıran bir leş kokusu değil, çürümenin dayanılmaz kokusu.
Çürüyoruz alttan yukarıya, yukarıdan aşağıya.
Hiçbir sınıf, hiçbir zümre çürümenin dışında değil. Okumuşu okumamışı, cahili âlimi hepsi çürüyor. Diplomanın seviyesi yükseldikçe çürüme daha da hızlanıyor.
Bilgi insanları daha büyük ahlaksızlığa yönlendiriyor. “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” deyişi sanki bugünler için söylenmiş.
Son günlerin adliye gündemine bakınca bunun ne kadar doğru olduğunu görmemek, duymamak için ya kör ya da sağır olmak gerekiyor.
“Vurgun” hırsı artistinden artist bozuntusuna, sporcusundan sporcu bozuntularına kadar hemen herkesi esir almış.
Bir hikâye anlatılır. Bir Hindistan racası sahilde dolaşırken bir garibin ağ atıp bir şey tutamadığını görünce dayanamaz “Bu sefer ne çıkarırsan sana onun ağırlığınca altın vereceğim” der.
Fakir sevinir, ağ atar ama çıka çıka sadece bir kemik çıkar. Terazinin bir gözüne kemiği korlar diğer gözüne ise hazinedeki mücevherlerden birisini. Kemik ağır basar. Ne koysalar bir şey değişmez. Racanın hazinesinde mücevher kalmaz. Sonunda bir bilgeye başvurulur.
Bilge kemiği görür ve “Bu göz kemiği, bunu ancak bir avuç toprak doyurur” der.
Aç gözlülük yaygınlaşıyor ve felaketimiz yaklaşıyor.
Belki de o çıkmaza düştük bile.
Bir söylediği bir diğerini tutmayan, siyaseti millete hizmet yolu değil de zenginleşme aracı olarak görenlerin hâkim olduğu bir ülkede başka ne beklenir ki?
Dinimizin “güzel ahlakı” emrettiğini ne unuttuk?
Üstelik te her sene hacılarımızın çoğaldıkça çoğaldığı bir dönemde. İnsanın içine kurt düşmüyor değil, “Acaba hacılarımız da bu bozulmanın kurbanı mı” diye.
Allah’ım durdur bu çürümeyi, kurtar bizi bu ahlaksızlıktan, bu hırstan, bu tamahtan…