Eğer mucit olsaydım mutlaka zaman makinası yapmak isterdim.
Geçmişe, tatlı yıllara, saflık abidesi ve kirlenmemiş dünyamıza dönmek isterdim.
Bıktım bu günlerden, bu karanlık yarından, bu kasvetli yaşamdan…
Eskiyi arıyoruz, eskiyi özlüyoruz, eski yaşantımızı istiyoruz.
Aza kanaat edip çoğu bulamadığımız pembe renkli yılları…
Yeşilçam filmleri tadındaki günlerimizi özlüyoruz.
Bu devir kötü alışamadım ben!
Para varsa da mutsuzsun paran yoksa da öyle…
Hiç yapmadığım işleri yapıyorum artık. Eskiden olsa gülüp geçtiğim, alaya aldığım hatta izlemediğim çocukluk filmlerine, siyah-beyaz ya da renkli fark etmez eski filmlere bakıp iç geçiriyorum.
İnsanların fakirliği, kodamanlığı, yaşam şartları, idealleri, olaylara bakış açıları ve yaşadıkları olaylara ait film şeritleri bile bugünden daha cezbedici, hoş, güzel ve kaliteli geliyor bana…
Sanırım o döneme ışınlayacak bir makineyi, işte bu günlerde çok istedim valla…
***
Zaman makinası beni götür o yıllara…
Anamızın hazır çocuk bezi yokken Amerikan kaput bezinden yaptığı ve her gün yıkadığı bezle kıçımızı sarmaladığı, hazır mama yerine pirinç un-nişasta ile bebelerin doyduğu, envai çeşit şekerleme yerine leblebi tozu yediğimiz yıllara, “Gaymaakkkk dondurmaaaa” diye bağıran dört tekerli üstü tenteli arabalara, son model taksiler yerine Fayton ile yaptığımız seyahatlere, son model spor ayakkabılar yerine ayağımızda akşam çamurdan-kirden şekli çıkan naylon patik ayakkabılar giydiğimiz yıllara gitmek istiyorum.
Herkesin çocuğunun siyah önlük giydiği, teneffüste herkesin simitlerini paylaştığı, acıkınca hamburger yerine köfte-ekmek ya da lahmacuncu dayının enfes tatlarını, susayınca çeşmeye ağzımızı dayayarak kana kana içmemizi, cumartesi-pazar tüm günümüzü sinemada Cüneyt Arkın seyrederek geçirmemizi, saat 6’da kalkıp 7’de radyoda ajansı dinledikten sonra okula, okul bitince ödevleri tamamlayarak akşam 9 oldu mu doğru yatağa gitmemizi, gece yatakta kardeşlerimizle isminin baş harflerinden artist bulmaca oyunlarımızı oynamak istiyorum.
Dolabımızda her şey bugünkü gibi çeşitli olmasa da yağın, balın, turşunun, unun şekerin hep az da olsa bulunduğu açlık ve kıtlık gibi bir durumda bile yaşantımızı aylarca sürdürebilecek bir erzağımızın bulunduğu, sıkışınca komşumuza bir seslenmenin yeterli olduğu, beraber güldüğümüz- beraber ağladığımız günleri, aynı havayı, aynı kaderi ve aynı mahalleyi paylaştığımız vefalı eş-dost konu, komşu ve ahbaplarımızı arıyorum.
Beraberce kırlara, pikniğe, denize gittiğimiz, bisikletlerle sürü halinde mahalle-mahalle gezdiğimiz, annelerimizin komşu gezmelerindeki şen kahkaha ve eğlencelerini, “Akşam müsaitseniz size oturmaya geleceğiz” kelimesi ile başlayan, çayın, kahvenin, meyvenin, mısır patlağının ve yemekli şölenlere dönüşen sofraların tadını özlüyorum.
Araba ile tur atmanın, “Haydi bir hava almaya çıkalım” deyip gece 2 ye kadar sokakları arşınlamanın, arkadaşlarla bir kahvede okey oynamanın, yazlık çay bahçesinde ya da fuarda sanatçıları dinlemenin, kafan bozuksa birahanene bir Efes Pilsen içmenin, çok müptelaysan bir dal sigara içmenin verdiği ferahlığın lezzetini özlüyorum.
Hayatın çok çeşitli olmasa da çok güzel olduğu…
İnsanların bu günkü kadar hesap kitap yapmadıkları...
Olanla yetinilen, olmayana iç çekilmeyen…
Kanaat etmenin, şükür etmenin prim yaptığı…
Doların-altının yani malın mülkün bugünkü kadar çok önem arz etmediği…
Bir televizyon kanalının olduğu ancak bütün hayatımızı ve hayallerimizi şekillendirdiği…
18 yaşındaki gence hala çocuk muamelesi yapılarak sahip çıkıldığı…
Bir futbol topu ile koca bir seneyi idare ettiğimiz…
Aynı elbiseyi 3 kardeşin sırayla kullandığı…
Büyük bir şehri görmenin, uçağa binmenin ayrıcalık statüsü sayıldığı…
60 yaşında ölen biri için “Çok yaşlı insanmış” denildiği…
Cebinde şimdiki 1000 Euro değerinde para olana mahallede “Milyoner” denildiği…
Her şeyin siyah beyaz göründüğü ama içlerinin cıvıl cıvıl, renkli, iyilik dolu, yardımsever, kalender, hanımefendi, beyefendi ve insan sevgisi dolu olan yüzleri özlüyorum.
Birisi bulsa şu zaman makinesini…
İlk gönüllü kobay ben olacağım...